Orüç ve Ramazan Hikayeler

Ayeti Kerimenin İndirdiği İftar

Orüç ve Ramazan Hikayeler
05 Mayıs 2020 - 04:43

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin küçük yaşta hastalanırlar. Hz. Ali ile Hz. Fatıma çocuklar iyi olunca, ikisi de oruç tutar. Birinci gün, iftar için hazırladıkları yemeği, o esnada kapılarına gelen yetimlere vererek, iftar etmeden, ikinci günün orucuna başlarlar. O  akşam iftarlığını da, yine o saatte kapıya gelip, (Allah için bir şey verin!) diyen fakir ve miskinlere verdiler. O gece de, iftar etmeden, üçüncü günün orucuna başladılar. O akşam dahi, kapılarına gelen esirleri boş çevirmemek için iftarlıklarını bunlara verdiler.

Bunun üzerine, Ayet-i Kerime indi. Ayet-i Kerimenin Meal-i Alisi şöyledir: 
 
"Bunlar, adaklarını yerine getirdiler. Uzun ve sürekli olan kıyamet gününden korktukları için, çok sevdikleri ve canlarının istediği yemekleri miskin, yetim ve esirlere verdiler. Biz bunları, Allahu Teala'nın rızası için yitirdik. Sizden karşılık olarak bir teşekkür, bir şey beklemedik, bir şey istemeyiz dediler.  Bunun için, Cenab-ı Hak, onlara Şarab-ı Tahur içirdi." 
(İnsan, 7-9, 21)

Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007
 
Beşikte Oruç

Abdulkadir Geylani Hazretleri, henüz iki-üç aylıkken görülen kerametlerini annesi söyle anlatır:
 
"Oğlum henüz birkaç aylıktı. Mübarek Ramazan ayı geldi. Birinci gün şafak söktükten güneş batıncaya kadar bütün gün hiç süt emmedi. İkinci gün de ayni durum tekrar edince anladım ki Abdulkadir oruç tutuyor.
 
İkinci sene Şaban ayının sonuna doğru hava fazla bulutlu olduğu için halk Ay'ı göremedi. Ramazanın başlama tarihini tespit edemediler. Abdulkadir'in bu meziyetini bilenler hemen annesinin yanına gidip onun süt emip emmediğini sordular. Gerçekten o gün Abdulkadir şafaktan beri süt emmemişti. Daha sonra o günün ramazanın birinci günü olduğu anlaşıldı.

Beşikteyken oruç tuttuğunu şu beyit ile dile getirir.

"Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi. 
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.

Allah ona ayağını veli kullarımın omuzlarına koy derken sebebi bu olsa gerek ...

Kaynak: Orucu Yaşayanlar, Salih Büte, Kayıhan Yayınları, 2007
 
Bir Ramazan Masalı

Bir varmış, bir yokmuş. Adı bilinmeyen uzak dağların ardında, hiç kimsenin duymadığı bir ülke varmış. Bu ülkede insanlar büyük büyük işler yaparlarmış; daha doğrusu öyle olduğunu zannederlermiş. İşleri büyük olunca, her anları çok yoğun olurmuş. Artık kimse kimseyi görmez olmuş ülkede... Sabah erkenden uyanan halk, işbaşı yapar; akşama kadar işinin başından ayrılmazmış. Dedik ya; büyük işlerin adamlarıymış onlar!.. O yüzden, ne doğarken, ne de batarken; onları hiç ilgilendirmezmiş güneş... Ne bahar geldiğinde kırlarda açan papatyalar, ne sonbaharda dökülen yapraklar dokunurmuş yüreklerine... Onlar papatyaların suyunu şifa diye satmayı, sonbaharda kış öncesi yakıt giderini azaltma planları yapmayı severlermiş. Kıyıda köşede kalmış hastalar, fakirler ve yaşlılar; kıyıda köşede kalırmış onlar için... 

"-Hayat, bu işte!.." derlermiş. "Hastalanırsan devre dışı olursun. Yaşlılık pilin bitmesi, iş gücünün azalmasıdır." 

Fakirler içinse kimse tek lâf etmezmiş. Onlar, hiç yokmuş bu ülkenin gündeminde...

Gel zaman git zaman; bir gün sokaklarda tellâllar bağırmışlar.

"-Duyduk duymadık demeyin! Padişahımız ağır bir hastalığa dûçâr olmuştur. Herkes, şifası için elinden geleni yapsın; duâsı makbûl olanlar el açsın; şifâdan anlayan hekimler saraya adım atsın!.."

Pek duâ eden olmamış ama; "Nasıl şifa oluruz?" diye düşünen hekimler, ülkenin dört bir yanından saraya akın etmişler. Bir de ne görsünler; padişah kocaman olmuş!!! Masal bu ya; padişah yemek yemeye çok çok düşkün bir adammış. 

"-Ülkeyi yöneten adam öyle mi olurmuş?" demeyin, masal işte! 

Padişah yemek yiye yiye hasta olmuş; vücudu kocaman olmuş. Artık ne oturabiliyor, ne kalkabiliyormuş. Hiç kımıldamadan öylece yatıyormuş padişah!.. Sanki midesi dağ olmuş. Öyle büyümüş ki, midesi, bedeninde kalbine hiç yer kalmamış. İşe bakın siz, mide büyüyünce, kalp küçülür, katılaşırmış.

Hekimler, padişaha ilaçlar yapmışlar. Az yesin diye midesini küçültmeye çalışmışlar, ama kâr etmemiş. Hele kalbi için kimse bir şey yapamamış. Belki beslenir de büyür diye, gözyaşı takviyesi yapmışlar damarlarından. Nâfile, o da işe yaramamış.

Padişahın yakınları ümîdi kesmişler. Ama kalbi sağlam bir hekim: 

"-Allah'tan ümit kesilmez!.." demiş. "Bu sözümü yabana atmayın! Ümit, kulların en sağlam ipidir."

Onlar da, ümitlerini yeniden yeşerterek beklemeye başlamışlar. Bu güzel ve mânâ katılmış bekleyiş, ben diyeyim beş gün, siz deyin beş ay, devam etmiş.

Bir gün, ülkenin sınırlarından içeriye yaşlı bir adam girmiş. Yaşlı dediysem, âsası olanlardan değil, gözü ve gönlü yaşlı olanlardan... Lâkin, kimse bilmezmiş gözünden çıkan yaşları, gönlündeki sızıyı... O, dimdik, dupduru gezmeye başlamış, Allah'ın yol verdiği bu ülkede.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Geçtiği dereler-tepeler şenlenmiş. Yol boyu ağaçlar, serçeler ve karıncalar fark etmiş, bu adamda bir başkalık olduğunu... Ağır ağır yürüyormuş adam; karmakarışık bir hayata alışık ülke insanlarına inat, her âna anlam katıyormuş. Güneşe gülümsüyor, karıncalara yol veriyormuş. O yürüyor, ardından bir "huzur" rüzgarı bırakıyormuş efil efil... Böyle bir huzura alışık değilmiş insanlar. Ve onlar da durup derin derin içlerine çekmişler huzur rüzgarını. Hayat yavaşlamış ülkede. Bir adam, tek başına nasıl değiştirebilirmiş bunca şeyi, sözsüz, kelâmsız?! Şaşırmışlar... Nihayet; yolunu kesip adını sormuşlar. Durmuş adam, tebessüm etmiş: 

"-Ramazan..." demiş.

Ramazan'ın yürüyüşü devam ediyormuş. Ünü her yere yayılmış, saraya kadar ulaşmış. Ümidi kuşanmış saray halkı, Ramazan'ı bir lutuf saymışlar ve saraya dâvet etmişler.

Saraya giren Ramazan, lükse, şatafata hayret etmiş. O geldiğinden beri çoktan ülke gündemine düşmüş gerçi fakirler... Ama, bu israf kanına dokunmuş; üzülmüş, kalbine yaşlar inmiş. Onu alıp götürmüşler, hasta padişahın huzuruna... Ramazan, içeri girince bir daha sızlamış kalbi, yine ıslanmış. Kocaman bir bedenle, kımıldamadan yatan padişaha yaklaşmış; eğilip kalbini dinlemiş. Ne cılızmış kalbi; ah ne zayıf!...

Padişahın yakınlarına dönmüş Ramazan;

"-Bu hastalığın hekimlik dilinde adı; şişmanlıktır. Mânevi âlemde ise biz buna «ağır ruh hastalığı» diyoruz."

"-Peki, çare nedir?" diye sormuşlar.

"-Çare Allah'tır, Allah'tandır. 30 gün, 30 gece kalacağım bu ülkede... İlan edin halka; 11 ay bedenler doymuştur; bir ay ruh doyacak! Fakirler kardeş bilinecek, duâları alınacak. Ve zamanın kıymetini bilecek bütün insanlar. Seheri, sabah bilecek; «vaktin oğlu» olma yarışına girecekler!"

"-Vaktin oğlu mu?" demişler, şaşırmışlar.

"-Biz ona «ibn-ül vakt» deriz. Ancak bu hâle erişenler, aldıkları nefesi hissedebilirler, ciğerlerinin her köşesinde... Böylece, kalbin her atışı bir hayra alâmet olur."

Sonra padişaha dönmüş, Ramazan:

"-Sen de biraz iyilik yap. Hâl-hatır sor güle, böceğe!.. Tâ ki, kalbinin ‘tıp tıp'larını duyasın..."

Bunlardan sonra, saraydan çıkmış Ramazan. Ardında, rüzgarını bekçi bırakmış. Ülkenin her şehrini, sokağını, yaylalarını, ırmaklarını, ovalarını dolaşmış. Bir ay sürmüş yolculuğu... Bir akşam ezanı vakti, terk etmiş ülkeyi. Bir dahaki seneye niyetlenmiş; yine gelmeyi, yine düzen, yine sekînet getirmeyi...
Burda da masal bitmiş. 

"-Bu masalda hiç mi kötü yok?" diye sormayın. Ramazan bir yere geldiğinde; bütün kötüler, esir edilirmiş bilinmez bir yerlerde. Gökten üç rahmet inmiş; biri padişahın cılız kalbine; biri "vaktin oğlu" olabilenlere, biri de Ramazan'ın rüzgârını yüreğinde hissedenlere...

Kübra Akbet
Şebnem Dergisi, Sayı 20

YORUMLAR

  • 0 Yorum